Ethem GÜNEN


ethemgunen@hotmail.com
  Tüm Yazıları

BEŞPARMAK DAĞI

Orman, deniz ve mis gibi kokan çam havası ve akla hayale gelmeyecek bin bir çeşit çiçeklerle bezenmiş bir dünya. Okul arkadaşım aynen böyle tarif ediyordu Muğla'yı. "İnan senin aradığın yer, temiz hava, bol güneş." diyerek. Hemen tayin dilekçemi yazmaya başlamıştı. Dilekçenin sonunu, Muğla il emrinde yolluksuz görev kabul ediyorum diyerek bitirdi. Meğer yolluksuz tayin istemek, tayin olmanızda öncelik sağlıyormuş. Gerçekten de öyle oldu. On beş gün sonra Muğla'ya öğretmen olarak tayinim çıktı.
Bir kere daha otobüsteydim ve bu sefer yolculuk batıya idi. Denizli'den sonra, dağları ve ovaları yemyeşil ağaçlarla kaplı bir arazide yolumuza devam ediyorduk. Bu ağaçlar zeytin ve incir ağaçlarıymış.
Pembe çiçekleriyle yol kenarındaki o kocaman bitkiyi görünce "Aman Yarabbim! Ne kadar güzel bir çiçek" sözleri dilimden dökülüverdi. Yanımda oturan Bey Amca; "Ne çiçeği oğlum, zehir o zehir." dedi. Meğerse bu çiçek zakkummuş.
Olsun, yine de bu yolculuk, benim için bambaşka bir dünyaya doğru, bitmesini asla istemediğim rüya gibi bir seyahatti. Ben dağları çıplak, çorak toprakları çatır çatır çatlamış, yılın sekiz ayı karla kaplı bir İç Anadolu kasabasından geliyordum .
Mola yerinde mis gibi çam havasını içime çekerek, damak tadı çok leziz olan çöp şiş yedim.
Muğla, kırmızı kiremitli evleri ile sırtını dağa yaslamış, önünde yemyeşil ovası,düzenli ve küçük bir şehirdi. O gün Muğla'da kaldım. Yemekleri değişik geldi. Ama lezzetliydiler.
Milli Eğitim Müdürlüğünden. Milas ilçesi, Yeniokul köyünde görevlendirildiğimi öğrendim. Muğla'dan Milas'a giderken, Yatağan ilçesini yoğun bir duman bulutu içerisinde geçtik. Termik santral görkemli görünüyordu.
Yatağan'ın altı tamamen düşük kalorili kömür madeniymiş .termik santral bundan dolayı buraya kurulmuş.
Termik santralden sonra tırmandığımız ormanlık kesimde yol kenarları arı kovanları ile doluydu. Tabelada Bey Pınarları diye yazıyordu. Çam ormanları arasında, suyu buz gibi akan pınardan kana kana su içtim. İlk defa bu kadar değişik kokulu, yağlı yemekler yemiştim. İçim yanıyordu.
Ormanın bitimi ile birlikte, aşağıdaki ovanın yüzüne serpilmiş evleri ile Milas göründü. Oldukça yüksek bir tepeden aşağıya, döne döne fren gıcırtılarıyla indik. Milas, pencereleri kepenkli, taş yapılı evleri ile tarihi bir kasaba görünümündeydi. Benim kasabamın evleri ise çoğunlukla kerpiçtendi.
Milas İlköğretim Müdürü, Bafa'ya giderek, İlkokul Müdürü Süleyman Bey'i bulmamı onun beni Yeniokul köyüne göndereceğini söyledi.Yeniokul bir dağ köyüymüş. Bir anda moralim bozuldu. Zaten öğretmenliği bir dağ köyünde bırakmıştım . Anlaşılan burada da uzun süre kalamayacaktım.
Çam ve zeytin ormanları arasındaki yolculuğum, kısa bir tünelden geçtikten sonra Bafa yazan küçük beldede son buldu. Havada, isimlendiremediğim çok ağır bir koku vardı. Çevremdeki insanların konuşmalarını ise anlamakta zorluk çekiyordum. Bafa İlkokulu Müdürü, beni ana yol kenarında, üzeri yemyeşil dallarla örtülü çardak kahvehanesine götürerek, orada isminin Fevzi olduğunu öğrendiğim, aşağı yukarı iki metre boyunda bir arkadaşa "Yeniokul'un öğretmeni köye götürüver." dedi. Bana da "İyi yolculuklar, daha sonra görüşürüz."diyerek oradan ayrıldı.
Benim gideceğim köyün arabası yokmuş. Köy, zaten yirmi beş, otuz hane imiş. Akçalı köyünden olan şoför Fevzi "Buyurun öğretmen bey gidelim." diyerek, her tarafı açık, tente kaplı jipin ön kapısını açtı. Arkadaki oturma yerleri ise karşılıklı iki kanepeden ibaretti. İlk defa bir ciple yolculuk yapacaktım. Şoför cipe sığmıyor, iki büklüm sürüyordu.
Yemyeşil zeytin ağaçlan arasından dik yolda tırmanmaya başladık . Cip bir o yana, bir bu yana sallanıyordu. O, bir taraftan bir şeyler anlatıyor, ben de anlayabildiğim kadarıyla cevaplıyordum. Yeniokul'un eski isminin Papazlık olduğunu söyledi. Doğrusu ne demek istediğini anlayamamıştım.
İlk ulaştığımız köyün kendi köyü olduğunu, Yeniokul'un ise karşıki tepenin arkasında bulunduğunu söyledi. Tepeyi aştığımızda gördüklerim karşısında küçük dilimi yutacaktım.
Aman Allah'ım! Ne muhteşem bir manzara! Aynen filmlerdeki gibi, tam karşımızda, ortasında adacıkları ile bir göl ve sağ yanımızda, sanki kocaman taşların üst üste yığılması ile yapılmış görkemli bir dağ duruyordu.
Köy, tepenin eteğine sıralanmış evleri ile küçük bir tatil beldesi gibiydi. Biraz daha yaklaşınca, bahçesinde büyükçe çam ağacı bulunan uzun bir binayı gösterip "Okul burası, ama kimse yok. Köylüler aşağıda köyün içinde ki kahvededir. Oraya gidelim." dedi.
Evlerin arasındaki daracık yoldan ilerleyip, dışarıdan ne olduğu tam olarak belli olmayan küçük bir odanın yanında durduk. Cipten indiğimde başım dönüyor ve midem bulanıyordu. Köy yolu çok bozuktu ve ben saatlerdir yolculuk yapmaktaydım.
Taş merdivenleri birkaç basamak inip, odanın kapısını açtık. İçerisi karanlıktı. Sadece köşede yanan odunların ateşi parlıyordu . Gözlerim karanlığa alışınca, içeride birkaç kişinin olduğunu gördüm. Fevzi Bey, selfun verip "Arkadaşlar köyün yeni öğretmeni." dedi. İçerdekiler hafifçe selamladılar. Pek de merak etmedikleri, tavırlarından belli oluyordu.
Ocağın yanındaki arkadaş bize doğru gelerek "Hoş geldiniz." dedi. Oturmamız için küçük tahta masayı düzeltip, çay içip içmeyeceğimizi sormadan, iki çay getirip masamıza oturdu. Bu yorgunluğun üzerine demli sıcak çay da iyi gelmişti.
Recep Bey, köyün hem azası, hem bakkalı ve hem de kahvecisi imiş. Muhtarlık dağın eteğinde yerleşik, daha kalabalık olan mahalledeymiş . İki yerleşim yerinin arası ise iki kilometreden fazlaymış. Recep Bey, "Buyurun eve inelim, yoldan geliyorsunuz acıkmışsınızdır." dedi.
Şoför arkadaş müsaade isteyerek ayrıldı. Biz de Recep Bey'le kahvenin alt tarafındaki evıne, duvardan atlayarak indik. İçinde kocaman kütükler yanan ocağın önündeki kadın, sacayağının üzerinde, elinde ki tavada bir şeyler pişiriyordu. Recep Bey, ocağın kenarındaki yer minderini göstererek,"Buyur" dedi. Bağdaş kurarak oturduğum yere, ocakta yanan odunların sıcaklığı vuruyordu. İçim ısınmıştı.
Evin hanımı "Hoş geldin gaşşım nassın eymin." diyerek sofra kurmaya başladı. Kokusu değişik olan yağın, zeytinyağı olduğunu Recep Beyle yemek yerken öğrendim. Bu köyde dağ taş zeytin ağacıydı. Bafa'daki o kokuyu sorduğumda,"Zeytinyağı fabrikalarının bacalarından çıkan zeytinyağı kokusu" olduğunu izah etti.
O geceyi, Recep Bey'in üst odaya serdiği yer yatağında geçirdim. Köyde elektrik olmadığından oda zifiri karanlıktı ve penceredeki kepenklerin arasından uğuldayarak içeri dolan rüzgar, bedenimi buz gibi sarıyordu. Anlaşılan bu evde ki pencerelerde çerçeve ve cam yoktu. İstifadan yedi ay soma yine bir köyde ve yine bir köylünün serdiği yataktaydım.
Sabahleyin hayvan bağırtıları ve kuş sesleri ile uyandım. Güneş tepedeki çamların arasından çizgi halinde süzülüp, evlerin duvarlarına şekiller çizerek sanki geleceğimi yazıyordu.
Küçük kuşlar ve arılar bir o yana bir bu yana, avare avare dolaşıyorlardı.
Bahçedeki hayvan gübresinin üzerinde tavuklar ve horozlar deşelenerek karın doyuruyorlardı. Evin önündeki ağaçların bellerine iple keçiler, biraz uzaktaki büyük dut ağacının beline ise bir inek bağlanmıştı .
Kendimi zinde hissediyor ve öğrencilerimle tanışmak için sabırsızlanıyordum. Kim bilir okulda yapılacak ne kadar çok iş vardı. Ama şuna inanıyordum ki, çocuklarla beraber her zorluğu yenecektik. Hele bir araya gelip çalışmaya başladığımızda, onların; "Öğretmenim sıraları temizledik.", "Öğretmenim kitapları şuraya koyalım mı?" sözleri sanki kulaklarımda çınlıyordu. Evet, okulumuzu, çevrenin en iyi okullarından biri haline getireceğimizden endişeniz olmasın. Bakın göreceksiniz .
Evin önünde, taşla örülerek yükseltilmiş abdestlik dedikleri yerde, elime bir türlü sığdıramadığım zeytinyağı sabunuyla elimi ve yüzümü yıkayarak güne merhaba dedim.
Kahvaltı tepsisi güzel görünüyordu. Ocağın içinde yanan odun közünün karşısına, maşa ile dikilerek ısıtılan kalın sac ekmeğinin yanında, yağlı zeytin, yumurta, bal, tereyağı ve yanına zeytinyağı dökülmüş kuru çökelek peyniri, doğrusu bu nefis kahvaltıyı hiç unutamadım . İnanın tadı hala damaklarımda.
Hayatımda yeni bir sayfa da bu küçücük dağ köyünde açılıyordu.
Başarılı olmaktaki düşüncelerim ve inancım; köyün, bir arıne kucağı gibi sığındığı, Beşparmak Dağı kadar yüce ve gururluydu.

*** Köşe Yazarlarımız İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) üyesidir ve telif hakları İLESAM tarafından korunmaktadır. Köşe Yazarlarımızın yazıları izinsiz olarak kopyalanamaz ve başka bir yerde yayınlanamaz. İzin almadan yazıları kopyalayıp başka yerde yayınlayanlar, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri kanunu kapsamında İLESAM'ın kendilerine açaçağı maddi tazminat davasını kabul etmiş sayılır.


 Okunma Sayısı : 641

Yorumlar

Yorum Yap

Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 619952
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.